Gündem

“Gazi”liğin 100. yılına ithafen: “Keskin Nişancı Yusuf”

Gaziantepli Araştırmacı-Yazar İbrahim Alisinanoğlu, Ayıntap’ın “Gazi” ünvanı ile onurlandırılışının 100. yıldönümünde, tüm şehit ve gazilerimize ithafen bir hikâye yazmıştır.

“Gazi”liğin 100. yılına ithafen: “Keskin Nişancı Yusuf”
15-02-2021 20:31
Hikâyenin başkahramanı Yusuf, yirmisinde kara yağız bir delikanlıdır. Küçük yaşta babasını yitiren Yusuf’u anası Halime kadın büyütmüştür. Çanakkale savaşına iştirak eden Antepli Yusuf’un kahramanlık hikâyesi şöyle başlar:

“Çanakkale Harbi’nde üzerine bastığı topuk mayını Yusuf'un sol ayağını kopartmış, Yusuf’u haftalarca hastanede yatmak zorunda bırakmıştı. Yusuf Çanakkale gazisi olarak terhis edildiğinde, kopan ayağının yerine takılan tahta bir ayakla hayata tutunmaya çalışacaktı. 

Günlerce süren zorlu bir yolculuktan sonra Antepe ulaştı. Şehre girdiğinde akşamın karanlığı çökmek üzereydi. Mahalle bekçileri sokak fenerlerini henüz yakmamışlardı. Anasının evine ulaşmanın telaşı içinde dar sokaklarda yürürken, tahta ayağından yükselen sesler ona kaybettiklerini hatırlatıyor, ‘Anamın karşısına nasıl çıkacağım?’ diye kara kara düşünüyordu. 

Yusuf Balıklı Mescidi ’nin hemen arkasındaki evlerinin bulunduğu sokağa girdiğinde, ortalık çok sessizdi. Sekiz on yaşlarında bir kız çocuğu ayağında haphapla yanından koşarak geçerken, sokağın sonunda önüne kattığı üç beş keçiyi evin hayadına sokmaya çalışan yaşlı bir adam gördü.

Evine yaklaştı, kapının önünde durdu ama kapıyı çalamadı. Bir an duraksadı. Kalbi yerinden fırlayacak gibi çarparken, kalp atışlarını duyuyor gibiydi. Gayri ihtiyari eli kapının şakşaksına giderken, kapı birden açıldı. Yusuf ve anası karşı karşıya kaldılar. Bir anlık şaşkınlıktan sonra Halime Ana kollarını Yusuf’a doğru açarken, tarif edemediği bir heyecan ve göz yaşları içinde: ‘Oğluuum!” diyerek Yusuf’a sarıldı. Zaman durmuştu. Yusuf, uzun süredir özlemini duyduğu anasının kokusunu, kendisini bağrına bastığında göğsünde hissederken, onun da göz pınarları coşmuştu. 

Yusuf ve anası dış kapının eşiğinde alacakaranlıkta bir müddet hiçbir şey söylemeden öylece sarılı kalırken, Yusuf fısıldar gibi: ‘Döndüm ana! Sana döndüm, eve döndüm!’ derken… Halime ana da: ‘Çok şükür, çok şükür Allah’ıma’ diyordu. 

O tarihlerde gayrimüslim tebaanın evlatları kendilerine tanınan ayrıcalıklarla doğdukları şehirlerde yaşayıp, ticaret yapıp, sanat ve sermaye sahipleri olarak rahat bir hayat sürerlerken; Anadolu’nun Müslüman Türk evlatları ismini dahi bilmedikleri coğrafyalarda kimileri canlarını vererek, mezar taşları dahi dikilmeden oralarda kaybolup gittiler. Kimileri de Yusuf gibi bedenlerinin bir parçasını yaban ellerde bırakıp, yarım adam olarak evlerine döndüler. 

Yusuf kapı eşiğinden evin hayadına geçerken, Halime kadın oğlunun sol ayağının yerinde olmadığını fark etti. O anda vücudunun bütün bağları çözülmüş, pelte gibi diz üstü yere yığılırken, gözyaşları içinde oğlunun tahta ayağa sarılıp öpüyor, ‘Seni bana sağ salim getiren Allah’ıma şükürler olsun!’ diyerek oğlunu teselli etmeye çalışıyordu.

Vatanı için eline kına yakıp askere uğurladığı aslan gibi evladının eksik bir ayakla geri dönüşünü gören anasının hissettiklerine şahit olmak, Yusuf’u oldukça sarsmıştı. Anasının darmadağın olmuş o hali, Çanakkale’de ayağını yitirdiğinde hissettiği acıdan daha fazla üzmüştü Yusuf’u. Anasının acılar içinde o halini gördükten sonra, bir daha ayağı ile ilgili hiçbir şey konuşmayacaktı.

Yusuf, savaşa gitmeden önce demircilik yapıyordu. Arasa’da Demirci Yakup’un yanında çalışmıştı. Yitik ayağı ile işine geri dönmeyi göze alamıyor, topal adam olarak görünmek zoruna gidiyordu. 

Cepheden döndüğü o günlerde, şehirde Ermeni çetelerinin azgınlıkları iyice artmış, tahrikleri had safhaya ulaşmıştı. Müslüman ahali Ermenilerin bu pervasızlıkları karşısında sakin olmaya çalışsalar da, endişe etmeden de duramıyorlardı.

Günler günleri kovaladı. Birkaç yıl geçmişti. Sonbahar, kışın yaklaşmakta olduğunu hissettirirken, Aralık 1918 de ‘kışı geçirmek’ bahanesiyle İngiliz askerleri Antep’e girdiler ve yerleştiler. Hiçbir gerekçe göstermeden Türk ahalinin elindeki tüm silahlarını toplarken, Ermenilere karışmadılar. 

Bu durum ermeni çetelerini cesaretlendiriyor, tahrikler açık saldırılara dönüşüyordu.

İngiliz askerleri bir yıl kadar Antep’e kaldıktan sonra onlar gittiler, Fransızlar geldiler. Fransızlar şehre girerken Ermeni işbirlikçileri onları çiçeklerle, konfetilerle karşılarken; Türkler bu oldubittiye karşı çıkıyor, sırtlarını dönerek hep bir ağızdan ‘Mösyö defol! Evine dön!’ diye haykırıyorlardı. 

Fransızlar şehri işgal etmekle kalmadılar. Ayrıca Fransız askerinin kıyafetini giydirdikleri Ermeni çetelerini şehre soktular. Maksatları Müslüman Türk halkını yıldırılmak, şehri kısa zamanda teslim almaktı. 

Fransızlar birkaç ay içerisinde Antep’i teslim alacaklarını zannederken, şiddetli bir direnişle karşılaştılar. Bir küçük Türk şehri; tankları, topları, uçakları, tümen gücünde ordusu olan bir devlete karşı meydan okuyordu. 

Anteplinin direnişi karşında şaşkına dönen, korkuyu iliklerine kadar hisseden işgal kuvvetleri, baskılarını giderek arttırırken, şehirde tüten her baca onlar için bir hedef, kımıldayan her çalı, yürüyen her canlı imha edilmesi gereken direnişçi sayılıyordu. 

Şehir abluka altına alınınca açlık da had safhaya ulaşmış, akla hayale gelmeyecek acılar yaşanırken; ele geçen, açlığı bastıracak her şey yenmeye çalışılıyordu. 

Fransız topçusu gece gündüz demeden şehrin üzerine mermilerini yağdırırken toplu soykırım uyguluyor, diğer yanda da; Tepebaşı, Eyuboğlu, Kozanlı, Çınarlı çevresindeki Ermeni keskin nişancıları, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden Türk halkını hedef alarak, katliamlara destek veriyorlardı.

Yusuf olan biten karşında kayıtsız kalamazdı. Doğduğu, büyüdüğü memleketinin maruz kaldığı zulme karşı mücadele etmek için hemen çetelere katıldı. Kozanlı mahalle reisinin emrine girdi. 

Soğuk hava, Fransız topçusunun şehrin üzerine yağdırdığı binlerce mermi, hastalıklar, açlık, bir avuç Müslüman Türkü bitirme noktasına getirmişti. Buna bir de çatışmalarda şehit düşenlerin acısı eklenince, acılar giderek katmerleniyor, umutlar giderek tükeniyordu.
 
Çetin geçen bir kışın ardından, bahar kendisini hissettirmeye başlamıştı. Ateş, barut ve ölüm kokusu yanında, rengârenk açan çiçeklerin kokusu, harabeye dönen evlerin duvar diplerinden fışkırırcasına filizlenen yeşillikler, top ve kurşun sesleri arasında cıvıldaşan kuşlar, her şeye rağmen hayatın devam etmekte olduğunu müjdeliyordu.
Antep ikiye bölünmüştü. Çukurbostan’ın batı kısmında Ermeniler, doğusunda Türkler kümelenmişti. Çukur Bostan’dan Keyvanbey’e kadar olan hat, şehri kuzeyden güneye ikiye bölerken, mevziler bu hatlar boyunca sıralanmış, bombalar hep Türklerin üzerine yağmaktaydı. 

Açlık had safhaya ulaşmış, yiyebilecek elde avuçta hiç bir şey kalmamıştı. Bitki kökleri, acı zerdali çekirdeği, atın fışkısındaki arpa taneleri, hatta ölen at leşi yiyecekler listesine dâhil olurken, onu bulmak bile büyük şanstı.

Çaresiz kalan ahali bir parça yiyecek bulmak için bulundukları yerden burunlarını dışarıya çıkmaya kalktıklarında ise ya başlarına top mermisi inmekte ya da Ermeni keskin nişancılarının hedefi olmaktan kurtulamıyorlardı. Topyekûn ölüme mahkûm edilen Antepliler bir yanda açlıkla boğuşurken, diğer yanda da işgalcilere karşı ölümüne direnmekte, her semtte çeteler destanlar yazılmaktaydı.

Yusuf 100 metreden serçeyi gözünden vurabilecek kadar iyi bir nişancıydı. Çanakkale harbinde düşmana karşı tüfeği ile yaptığı atışlarla büyük takdir toplamış, İngilizlerin korkulu rüyası olmuştu. Ona ‘Kurşun Yusuf’ lakabını takmışlardı. 

Fransız muhasarası şehrin hayat damarlarını kesip, tüm cephelerde süngü mesafesinde çatışmalar sürerken, Ermeni çeteleri yiyecek bulmak için sokağa çıkan sivil halka karşı keskin nişancılarının öldürücü atışları herkesi canından bezdirmişti. Özellikle Balıklı’dan Alaybey Camisi’ne uzanan sokağın başında, karşıdan karşıya geçmek isteyen pek çok insan, Eyüpoğlu Camisi istikametinden yapılan tüfek atışlarıyla vuruluyor, canlarından oluyorlardı. 

Yusuf’un anası da bir ikindi vakti Balıklı Mescidi’nden karşıya geçerken, Ermeni keskin nişancılarının hedefi olmuş, ağır yaralanmış, Yusuf’un dizinde can vermişti.

Genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk demeden hemen her gün Ermeni keskin nişancılarınca insanların tek tek vurularak öldürülmesi Yusuf’u çok üzüyordu. Bu duruma son vermek için bir şeylerin yapması gerektiğine inanıyordu. Bunun için semt reisinin yanına gitti: ‘Reisim bana bir tüfek verin. Şu keskin nişancı kefereyi aşağıya indireyim.’ dedi. Semt reisi ‘Yapabilir misin, nasıl olacak bu iş?’ deyince ‘Evvel Allah! Siz bana iyi bir tüfek verin, gerisine karışmayın!’ dedi… Semt reisi, Yusuf’a Fransızları pusuya düşürdüklerinde ele geçirdikleri dürbünlü bir tüfekle, 20 mermiyi teslim ederken: ‘Hadi göreyim seni.” dedi. 

Yusuf ertesi sabah Balıklı’ya gitti. Enkaz haline gelmiş evlerin arasında sipere yatarak çevreyi dikizlemeye başladı. Ermeni nişancılarının ne zaman ve nerden atış yapacağı belli olmuyordu. Onları rahatlıkla görebileceği ve karşılık verebileceği bir nokta bulmalıydı. Balıklı’da mescidin hemen yanındaki ulu bir çınar ağacı dikkatini çekti. Ağaç hemen hemen meydanın tam ortasındaydı ve Eyüpoğlu Camisi’nin tam karşısında, her yeri görebilecek bir konumdaydı.
‘Bu ağaçtan faydalanabilirim.’ diye düşündü.

Yusuf havanın kararmasını bekledi. Yatsı namazından sonra görünmeden meydandaki çınar ağacına ulaştı. Beraberinde getirdiği ipin ucuna ağaç bir kanca bağlayarak yukarı doğru fırlattı. İlk denemesinde kanca takılmamıştı. İkinci denmesinde kanca bir dala geçince, ipe asılarak ağaca çıktı. Yapraklarından görünmez hale gelmiş çınar ağacının ortasından yukarıya doğru tırmanırken, Ermeni kesimini rahatlıkla görebileceği uygun bir yer aradı. Kafasında yaptığı plana uygun yeri tespit edince de sessizce indi ve Fransız topçusunun atışları altında geldiği yere geri döndü. 
Ertesi gün erkenden kalktı. Semt reisinin yanına giderek planını anlattı. 

Gece yarısı Balıklı’daki çınar ağacının üzerine tırmanacak, Eyüpoğlu Camisi istikametini görebileceği uygun bir dala çıkarak mevzi alacak, Ermeniler atış yapmaya başladığı anda, o da uygun bir noktadan karşılık verecekti. Plan Reisin de aklına yatmış olacak ki: ‘Deneyelim.’ dedi.

Yusuf, ‘Reis kendimi saklanmam için bana bir de yeşil renkte örtü lazım.’ dediğinde, reis ‘Kolay.’ dedi… Geniş bir savan o gece kökboya ile yeşile boyandı, hazır edildi.

Yusuf bir matara su, acı zerdali çekirdeğinden yapılmış taş gibi bir küçük parça ekmek, yeşil savan, kendir ip, dürbünlü tüfek ve mermileri yüklenerek gecenin karanlığında sessizce Balıklı’ya ulaştı ve çınar ağacına tırmandı. Ağacın dallarına sığırcık kuşları tünemişti. Kuşları ürkütmeden sessizce daha önce tespit ettiği dala çıktı, yerleşti. Her ihtimale karşı düşmemek için getirdiği iple de kendisini ağaca bağlayarak, yeşil savanı üzerine çekti ve beklemeye başladı. 

Ağacın üzerinde bir ara dalmış, Çanakkale’de ateş altında bir siperde bulmuştu kendini… Derinden gelen bir ezan sesi ile uyandı. Sabah olmuştu. Gün ağarırken zevzirler tek tek ağaçtan uçup giderken, o gözlerini Eyüpoğlu Camii istikametine çevirerek, atış yapılabilecek yerleri gözlemeye başladı.

Yusuf’un beklemekten başka yolu yoktu… Güneş de yavaş yavaş tepeye yükselirken, Fransız topçusunun birkaç mermisi yakınlarda bir yere düştü… Ortalık toz duman içinde birbirine girerken, kan revan içinde feryat figan edenlerin halleri yürekleri parçalıyor, enkaz altında kalanlar kurtarılmaya çalışılıyordu.

Yusuf, top ve silah seslerine alışıktı. Ne de olsa Çanakkale cehenneminden çıkıp gelmişti. Bu sesler onu ürkütemezdi.Vakit Öğleyi bulmuştu. Güneş bakır bir sini gibi tepeye dikilmiş, hava da oldukça ısınmıştı. Yusuf’un bir gözü Eyüpoğlu tarafında, diğer gözü de Balıklı yolunda karşıdan karşıya geçmeye çalışan insanlardaydı.

Açlıktan ölmek üzere olan insanlar yiyecek bulmak için yavaş yavaş saklandıkları yerlerden çıkmaya çalışırken, peşi peşine düşen top mermileri ve makinalı tüfek atışlarının ardından bir an sessizlik oldu. Yaşlı bir kadın sokağın sağından mescide doğru aceleyle yürürken, tam yolun ortasına gelmişti ki bir mermi sesi ardından yaşlı bir kadın yere düştü, öyle kaldı. Yaşlı kadını kurtarmak için birkaç kişi hızla yanına varmak istemişlerse de gidenlerden biri daha vuruldu, o da yüz üstü düştü, diğeri canını zor kurtardı. Ermeni mermisini yiyenler kan revan içinde yerde yığılmış, feryat figan çırpınırlarken, Yusuf bulunduğu yerden atış yapılan yeri tespit etmeye çalışıyordu. 

Evet, atış Eyüpoğlu Camisi’nden gelmişti. Ermeni nişancıyı, dürbünlü tüfeğin merceğinin ışık yansıması ele vermişti. Atışı yapan Ermeni kesin nişancıydı.

Yusuf mırıldanarak: ‘Seni yakaladım!’ dedi… Elindeki tüfeğini bir dalın üzerine atış yapacağı istikamete doğru çevirip yatırırken, namlunun ucunu destek olacak bir dalın üzerine dayadı. Mermiyi yerleştirdi, mekanizmayı çekti, mermiyi namluya sürdü. Dipçiği sağ omuzuna oturttu, dürbünün kadrajı içinde Eyüpoğlu Camisi’nin minaresinin şerefesindeki i nişancıyı gördüğünde:’Şimdi sana atış nasıl yapılırmış göstereceğim!’ dedi… Derin bir nefes aldı, içinden: ‘Gez, göz, arpacık.’ derken… Hedefine kitlenmiş halde parmağını tüfeğin tetiğine götürdü. Nefesini tuttu, ‘Bismillah!’deyip, tetiğe bastı… 

Tetiğin düşmesiyle birlikte; fişeğin patlaması, merminin namludan fırlayıp minarenin şerefesinde siper almış nişancının kafasına çarpması, kafatasını parçalayıp nişancının sırtını dayadığı minareden küçük bir parça koparması birkaç saniye içinde gerçekleşmişti. 
Ermeni nişancı başına aldığı mermiyle olduğu yerden geriye doğru düştü, sırt üstü yığılıp kaldı. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Yerde yatan nişancının başından sızan kan, yüzünü görünmez hale getirirken… Birkaç el silah atışı daha oldu. Yusuf yerinden hiç kıpırdamadı. Caminin yanında bir hareketlenme olduğunu gördü. Tüfeğini yeniden o istikamete doğrulttu. Topluluğun içinde elinde silah olan birine nişan aldı, bir el atış daha yaptı, onu da devirdikten sonra yine beklemeye başladı.

Bir müddet sonra kendi tarafında sokaktan birkaç kişinin karşıdan karşıya geçtiğini gördü. Pek çok silah sesi duyulsa da sokakta vurulan olmadı. Yusuf bekledi, ta ki karanlık çökene kadar.
Yatsı vaktine doğru Yusuf ağaçtan indi, geldiği yoldan sessizce Semt Reisi Ahmet’in yanına döndü. Reis, Yusuf’u görünce ayağa kalktı ona sarıldı. ‘Senin gibi yiğitler oldukça Antep’imizi kimse bizden alamaz.’ deyip, anlından öptü, kucakladı.

O günden sonra Eyüpoğlu Camisi’nin minaresinden bir daha atış yapan olmadı. Ermeni kesiminden keskin nişancılar farklı noktalardan ateş etseler bile, artık onlara karşılık verecek biri vardı. Nitekim Yusuf, Fransız topçusunun atışıyla bir mevzide elinde silahı ile hayatını kaybedinceye kadar; mangal kadar yüreği, keskin gözleri ile Ermeni çetelerinin, Fransız askerlerinin korkulu rüyası, eceli olmaya devam etti.

O da, Antep harbinin isimleri unutulan adsız kahramanlardan biri olarak, milletine karşı görevini yerine getirmiş, şehit düştüğü yere kefensiz gömülmüştü.”

Haber: Başak AKAY
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
FACEBOOK SAYFAMIZI TAKİP EDİN
ÇOK OKUNAN HABERLER
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR