Bu yazı, bu sütunda altı ay önce yayınlanmıştı. Aidiyeti cihetiyle, derlerdi eskiler, bu gün bir defa daha yayınlıyorum. Türkiye’nin bugünkü güney ve doğu sınırlarını silahla çizen, bizzat Mustafa Kemal Atatürk’tür. Rus sınırını 2. Ordu Komutanı olarak, Muş’a kadar gelmiş Rus birliklerini bizzat bugünkü sınıra itmek suretiyle. Güney sınırını da Liman von Sanders’ten sonra Yıldırım Orduları Komutanı olarak, Osmanlı birliklerini taa Nablus’tan bugünkü sınıra kadar, yok olmadan başarı ile geri çekebilmiş Ordular Grubu komutanı sıfatıyla. Savaşın sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi’nde, “Savaş sonrası sınırlar, herkesin ordusunun bugün bulunduğu noktadan başlar” dendiğine göre, bunu tartışmak bile abesle iştigaldir. Bu Mustafa Kemal Paşa, mütarekeden sonra İstanbul’dan bir emir alır: “İngilizler, İskenderun’a küçük bir birlik çıkarmak istiyorlar. Kolaylık sağlayın…” Sadrazam’a verdiği yanıt, şöyledir: “İskenderun’un tek başına askeri bir önemi yoktur! Ancak eğer birisi, Musul ile Akdeniz arasında bir koridor oluşturmak isterse, İskenderun Limanı anlam kazanır. Bu bakımdan, buraya çıkarılacak bir birliğin hedefi, Musul’dur. Mütareke şartlarına, nüfus yapısına ve tarihsel gerçeklere göre, Musul bizim sınırlarımız içindedir ama burası önemli bir de petrol yatağıdır. Verdiğiniz emri uygulamaya mezun değilim. Musul’dan Akdeniz’e Suriye’nin kuzeyinde bir koridor oluşturup, bize ait olan yer altı ve yer üstü kaynaklarını İngilizlere peşkeş çekemem. İskenderun’a yaklaşabilecek her İngiliz gemisi, top ateşi ile karşılanacaktır… Kendilerine bildiriniz…” Bâb-ı Âli paniğe kapılır, ordular grubu lâğvedilir, Paşa ordusuz kalır, İstanbul’a geri çağrılır. İngilizler de İskenderun’a çıkıp, onun “Sonra bunu yaparlar, izin veremeyiz” dediği şeyi yaparlar. Yaveri Cevat Abbas’a o ünlü “Geldikleri gibi giderler” sözünü, İstanbul’a döndüğünde Haydarpaşa Limanı’nda söyler. Öte yandan da Sykes ve Picot, otururlar, çıkar ve petrol hesaplarına göre, Orta Doğu’yu harita üzerinde cetvelle bölerek, paylaşırlar. Bölgenin hiçbir yerinde toplumsal aidiyetin ulus ile belirlenmediği, kabileye, mezhebe, sülâleye göre biçimlendiği halklara, kendi değer yargıları ve çıkar hesaplarına göre, “ulus devletçikler” donu giydirirler. O gün bu gündür, bu bölge iflah etmedi… Hemingway’in Mütareke İstanbulu’nu anlattığı, Türkçeye “İşgal İstanbul’u” diye çevrilmiş bir kitabı var. Orada der ki: “Siz zannetmeyin ki Kemal bu yaptığınızı sineye çekecek! İlk fırsatta Irak’a girip, Musul işini de çözecektir, Irak ve Suriye sorunlarını da…” Nitekim, Lozan Konferansı bu işi çözemez! 1925’e erteler… Tam çözüleceği dönemde, Şeyh Sait meselesi çıkıp da Türkiye kendi iç işleri ile boğuşmakta iken de İngiliz Musul’u da Irak “devletine” bağlayıverir. Ta 1. Dünya Savaşı sonundan beri kavga sebebi olan Suriye ve Irak meselelerinde de Türkiye sadece Hatay’ı kurtararak, olup biteni sineye çekmek zorunda kalır. Bütün bu olanlar cereyan etmekte iken dedeleriniz, benim yaşımda olanların babaları bile Osmanlı vatandaşıydılar… “Bize” de bir şeyler “battı” yani… Soyunu inkâr eden haramzade! Şimdi aradan yüz sene geçtikten sonra, artık herkes kabul etti ki ta o 1918 yılında Mustafa Kemal’in ( daha Atatürk değildir) yaptığı tespit doğruymuş; bu bölgede Sykes-Picot Anlaşması ile ne devlet olur ne de huzur… Çare? Isıtılıp önümüze sunulan yemek, halâ o eski yemektir! Hastalığın nedeni, çare diye ileri sürülüyor: Musul’dan Akdeniz’e Suriye’nin kuzeyinde bir koridor oluşturmak! Bu, denenmiş ve yüz yıldır bölgeye sadece felâket, kan, gözyaşı ve savaş getirmiş bir çözümdür ama petrol çıkarlarını garanti ediyor! Şimdi, sürtüşen iki çıkarlar grubu vardır: Bir yanda petrol şirketleri ve onların devletlerinin çıkarları! Onlara sarılarak kendi dar menfaatlerini elde etmeye kalkan ve Arapların başına gelenlerden de ders almamış, aymaz bir mikro şovenizmi buna ilave edin. Artı, satılmış Türkler ile Tayyip düşmanlığından, “bu herif düşsün de ister dünya savaşı çıksın, isterse Türkiye Ankara ve Konya vilayetlerinden ibaret kalsın” diyecek kadar gözü kör olanları da ekleyin! Öte tarafta ise Türkiye ile bin yıllık deneyimle bölge halklarının çıkarlarının nerde olduğunu görebilenler… İsteyen kusura da bakabilir: Ben, Türkiye’den yanayım… Kendi ulusal aidiyetim için, doğuştan gelen bir ayrıcalığı katiyen talep etmediğim gibi, “kudretten” gelen bir aşağılamayı da asla kabul edemem…