?>

BABALAR GÜNÜ

Cengiz Halil Çiçek

3 yıl önce

Bazen duygular sel olup akıyor, o anda yazıya dönüşen duygularınızı daha sonra aynı netlik ve sıcaklıkla ifade edemiyorsunuz. Bu nedenle, üç yıl önce Babalar Günü dolayısıyla yazdıklarımı, düzenleyerek yeniden paylaşıyorum. Yaşım 60, birisi başlatsa dedeler gününü kutlayacağım ama bu durum 14 yıl önce aramızdan ayrılan babamın fiziki yokluğunu hissetmeme hiçbir zaman engel olmuyor.  Babam, Mehmet Çiçek, Akçadağ Öğretmen Okulu’ndan mezuniyeti sonrası ataması yapılan 20 yaşında genç öğretmen olarak, göreve başlamak için Van’dan Hakkari’ye at sırtında gittiklerini anlattığında şaşırmıştım. Günümüzde her türlü ulaşım, iletişim ve olanağa rağmen o yaştaki gençleri artık “Helikopter Anne-Baba” olan aileleri görev yerine götürüp, ev kurması için ihtiyaçlarını karşılıyor, komşularına kadar araştırıyorlar. Yakışıklıydı, görev yaptığı köylerde sevilir, sayılırdı. Çok titizdi hem de başta annem olmak üzere çevresindekilere eziyet denilecek derecede. Annem kömür ütüsü ile pantolonunu ütüler, babam okula giderdi. Öğle yemeği için lojmana geldiğinde pantolon bir kez daha ütülenmeliydi. Halalarım, yengelerim anlatırlardı; babam, saçına daha iyi geldiği! için kuyu suyunu kabul etmez, kovalarla cami çeşmesinden su getirtirmiş. Yakışıklıydı, Clark Gable ve Ayhan Işık’a benzetirlerdi, O dönem moda olan Clark Gable bıyıkları ile dikkat çekerdi. Clark çeker miydi? Bilmiyorum! Hakkari’den sonra atandığı Gaziantep’te Ispatırın (Sarısalkım), İncesu ve Karahüyük köylerindeki görevinin ardından, Balıkesir’in Manyas İlçesi’ne bağlı Salur ve Gönen’in Doğancı köyünde görev yaptı. İlk defa tanık olduğumuz depremin korkusu ile o güzelim coğrafya ve kültürden, Mersin’e tayinini istedi, bir anlamda kaçtık. Tarsus’a bağlı Hacıbozan köyü ve Mersin merkezde ilkokul öğretmeni olarak görev yaptı. Ben, şu anda Şehitkamil’e bağlı Sarısalkım Mahallesi olarak kayıtlarda yer alan Ispatırın köyünde doğmuşum. Babamın iki yıl görev yaptığı Ispatırın’da, kendisinden sonra görev alan merhum Yaşar Torun’un, “Babandan sonra o köyde on yıl görev yaptım ama izini silemedim” sözü bana ödüllerin en güzeli olmuştu. Babam küçük yaşlardan itibaren beni hayata hazırlamıştı. Mersin’de görev yaptığı dönemde rahatsızlanmıştı. Evrak imzalatmam için Milli Eğitime gönderdiğinde 11 yaşındaydım. Yürüyerek, her adımda söylenerek gittim. İsmini söylediği yetkiliyi buldum, evrakı uzattım. Aldı, inceledi ve bana vererek, “Bu sayfa imzalanmamış, git imzalatıp getir” dedi. Kızgınlığımı anlatamam. Hele eve girdiğimde babamın, “eksik imza mı var” diye beni karşılamasına çıldırmamam mümkün mü? Ama bana ders oldu. O günden sonra bana verilen evrak imzalanmış mı diye kontrol etmeye başladım. Babam beni eğitmişti ama 11 yaşın duyguları ile gıyabında kendisine saygısızlık yapmama yol açmıştı!    Evlendikten sonra ekonomik nedenlerle babamlarla aynı evde oturuyorduk. 9 yıl boyunca aynı kaptan yedik, içtik. Bir gün, “Oğlum, artık ayrılın, ayrı eve taşının” dedi. Şaşırmıştım, “Hayırdır baba, bir sorun mu var” diye sorduğumda, “Hayır, aynı evde oturduğumuz sürece siz ev olamazsınız, bundan dolayı ayrı eve taşınmanız gerekir” demişti. Dediğini yaptım. Babam beni büyütmüştü. Babama bazen pembe yalanlar söylerdim. Büyükleri yaşayan herkese de aynı yalanlara başvurmalarını öneririm. Anadolu Ajansı’nda görev yaptığım sırada, haber yazarken zaman zaman arardım; “Baba, bir haber yazıyorum, şöyle bir kelime geçiyor, bunu nasıl kullanırsam daha iyi anlam kazanır? Senin Akçadağ Öğretmen Okulu’nda öğrenciyken aldığın detaylı Türkçe kitabına bakar mısın?” derdim. Haber özellikle Ajanslarda zamanla yarışarak servis edilir, bekleme şansım yok. Aslında babama sorduğum kelimenin en iyi, en anlaşılırı olmasa da karşılığını yazarak haberi geçerdim. Babam bir süre sonra arar ve kelimenin karşılığını öyle güzel açıklardı ki, sessizce dinler, zihnimdeki eksikleri tamamlar, yanlışları düzeltirdim. Kapatırken de kendisine teşekkür eder ve “Baba iyi ki varsın, haber şimdi daha güzel oldu” derdim. Eve gittiğimde babamın daha mağrur oturduğunu, Anadolu Ajansı Bölge Müdürü olan oğluna Türkçe konusunda yardımcı olmanın gururunu yaşadığını görürdüm. Bunu ya da benzerini her ay değilse de bilinçli olarak fark edilmeyecek sıklıkta yapardım. Bu arada, babamın bilgisinin olmadığı hiçbir konum olmadı. Her konuda bilgi verirdim. Bu aynı zamanda benim rahatlamamı da sağlardı. Şu noktaya çok dikkat ederdim; babamla konuşmaların gelecek zaman dilimini içerirdi, hiçbir zaman ‘di’li geçmiş zamanla cümle kurmadım. “Aldım, sattım, yaptım, vs”. demedim, “alacağım, satacağım, yapacağım, düşüncem şu ama bu konuda senin görüşün nedir” diye “sakalının altından geçerek” fikirlerine önem verdiğimi ve kendisinin ailemizin büyüğü olduğu gerçeğini her fırsatta canlı tutardım. Babam uzun süren ciddi rahatsızlık yaşadı. Hepatit-C’ye bağlı sirozdan 2007 yılında hayatını kaybetti. 1990’lı yıllardaki tıbbi olanaklar (daha doğrusu olanaksızlıklar) nedeniyle Gaziantep’te hastalığına uzun yıllar teşhis konulamadı. Bu konu aslında ayrıca anlatılacak boyutta. Yıllarca Ankara’ya gitti, tedavisini aksatmadı, bu anlamda çok titizdi. Önce üç ayda bir olan kontroller sonra iki ayda bir, ayda bir ve hatta 15 günde bire kadar sıklaştı. Ankara Üniversitesi Hastanesi’nde 2006 yılı sonlarına doğru tedavi görüyordu, doktoruna, “Hocam, babamın durumu ne olacak” diye sorduğumda, “Mehmet Bey ile tedavisine başladığımız hastaları 5-6 yıl önce kaybettik. Hastalığını bildiği ve istenilenleri yaptığı için bugüne geldi ama artık yapacak çok bir şey kalmadı” yanıtını aldığımda, o ana kadar yakıştıramadığım kaçınılmaz sonu tablo gibi karşımda gördüm. Kasım ayında yaptığımız bu konuşmadan sonra Gaziantep’e getirdiğimiz babamı, 24 Ocak 2007’de kaybettik. Hala üzüldüğüm iki konu var. Kurban Bayramı yılbaşına denk gelmişti, kurban eti ile uğraşıyordum, benden çiğ köfte istedi, “Baba yorgunum, yoğuramıyorum” dedim. “Oğlum, şöyle bir topak yoğursan” diyerek istediğini tekrarladı ama gerçekten yoğuramıyordum ki vefatından sonra anladık, kalın bağırsak kanserine yakalanmışım ve hastalık beni takatsiz bırakmış. Bu kadar doğrucu olmama gerek var mıydı? Mutfakta birisine yoğurtup, sonunda elimi köfteye daldırıp iki üç yoğurma işlemi yapıp kendisine ellerimle yediremez miydim? Akıl tutulması. Aynı gün, ciğer kavurması istedi, karaciğerinden rahatsız olduğundan zararlı olur diye yağsız pişirttim. Her zaman sağlığı için yağsız yiyen babam, ısrarla kuyruk yağı ile kavrulmasını istedi, kabul etmedim. Demek ki, insan yakınlarına ölümü yakıştıramıyor. Kaçınılmaz son görülüyordu. Çiğ köfteyi başkasına yoğurtup, ben yoğurmuşum gibi kendisine sunmadım (Benim yoğurduğum çiğ köfteyi severek yerdi), ciğeri yağlı kavurtmadım. Halbuki doktorun yapacak bir şey kalmadı dediği dönemdeydik, yese ne olurdu ki? Bu iki konuda eksilmeyen şiddette pişmanım. Bugün babalar günü, pandemi koşulları ve yasakları dolayısıyla bir yılı aşkın süredir daimî ikametgahında eskisi kadar sıklıkla ziyaret edemiyoruz ama yanımızdaymış gibi Babalar Günü’nü kutluyoruz. Allah mekanını Cennet etsin. Evlatları olarak değişik vesilelerle “Babam bu konuda şöyle derdi, şu şekilde yapardık” sözünü sıklıkla kullanıyoruz. Farklı dünyada olması bize yanımızda olmadığı duygusunu hiçbir zaman hissettirmedi.  Uzun yazdım ama öneride bulunmak istiyorum. Babamlarla aynı apartmanda oturuyorduk. İşten geç saatlere kalmadan gelirsem hemen her gün ayaküstü de olsak görüşürdüm. Paylaşmadığım hiçbir konum yok. Sırdaşımdı. Anlattıklarım hoşuna gitmeyip sadece dinlemekle yetinse de benim için anlamlıydı. Aradan 14 yıl geçti, özellikle tedavisi noktasında, “Keşke şunu da yapsaydık” dediğim hiçbir konu olmamasına ve aynı apartmanda olmamızın da etkisiyle sık görüşmemize rağmen, “Keşke daha çok görüşseydik, acaba daha fazla bir arada olamaz mıydık” diye sıklıkla kendime sorarım. Annesi, babası başta olmak üzere büyükleri ve yakınları yaşayan herkesi, onlarla sık görüşmeye, onları telefonla da olsa aramaya çağırıyorum. Giden gelmiyor. Yaşadığınız, paylaştığınız an kazanç oluyor. Annenizi, babanızı ve diğer büyüklerinizi mümkünse yüz yüze, değilse hemen her gün telefonla bir dakikalığına da olsa arayıp, konuşun, görüşün, yaşadığınız zamanın kıymetini bilin.  Tüm babaların ve çocuk sahibi olmamakla beraber baba ruhunu taşıyan herkesin, babasını kaybeden evlatların, “baba” diye seslenecek çocuğunu sonsuzluğa uğurlayan babaların ve eşi vefat ettiği için çocuklarına anneliğin yanı sıra babalık da yapan “anne babaların” Babalar Günü’nü kutlarım.    *Helikopter Anne-Babalar; çocuklarının başından ayrılmayan, etrafında pervane olan, her şeylerine yetişmeye çalışan, hayatlarına ve kişiliklerine müdahale eden, yorulmak bilmeyen anne babalardır.
YAZARIN DİĞER YAZILARI