(…) Mevcut zihniyetle, bütün politika erbabını itibarsızlaştıra itibarsızlaştıra, iş geldi hiç bu işe bulaşmamışları kıymete bindirdi. Dilimizde acemilik ile ilgili çok güzel lâflar var. Herkesin de bildiği acemiden neyin da korktuğu ile ilgili bir tanesi var ki buraya adıyla şanıyla yazmaya kalksam, gazete kapatılır! Anladınız siz onu… Son günlerde, hevesli acemilerin siyaset dünyamızda devirdiği çamlar, artık bardak da değil; küp oldu… Sevgili kardeşim Özdemir Berova’nın kendi kendine ettiklerini de bu anlamda ele almak lâzım. Ama Sayın Bakan, yalnız değil… Bizim bu toplumun son yüz yıldır, artık adeta içgüdü haline getirdiği bir özelliği var! Bir şeyden, bir yöneticiden, bir politikacıdan memnun mu değil? Rutin ve insiyaki olarak, daha kötüsünü seçer! Hiç onu bunu suçlamayın! Ne mevcut hükümeti ne parti yönetimlerini ne Meclis’i ne Rum tarafını ne Türkiye’yi ne Yunanistan’ı ne BM’yi ve hatta ne de emperyalizmi… Kimse size, “beterin beterini seç, başına oturt” demiyor… Bunun birkaç sebebi var ama başlıcası, “Bizim elimizden ne gelir? Küçücük bir halkız… ‘Bizi yönetenler’ ne isterse o olur! Elimizden bir şey gelmez ki!” iddiası ve felsefesi geliyor! Ta İngiliz zamanından tutun, Kıbrıs Cumhuriyeti günlerinden geçin, BEY faşizmi dönemini, KTFD’yi, KKTC’yi de ekleyin! Bu söylem, bir taraftan yönetenlerimizin işine geliyor, öte taraftan yönetilenlerimizin de işine geliyor! Böylece, kimse kimseyi geçmemiş oluyor! Ne yani? Bizim komşunun oğlu başımıza Guterres mi kesilecek? Vardır daima bir “yönetenimiz”! Önce İngiliz’di, sonra “gahbanalı Makarios”, sonra Bayraktar, sonra Türkiye! Şimdi da AB Mekke-i mükerremesidir, alıkoyun… Sorumluluktan sıyrılmanın başka yolu da yok, aslına bakarsanız! Bütün kötü şeyleri, “bizi yöneten” yapıyor! Kalıyorsa bu kafayla birkaç iyi şey, onları da elbette biz yapmış olacağız ama ne çare ki bu kelle ile kalmıyor o da… Neden? Çünkü biz seçip başımıza koyduğumuz insanlara, bizi yönet, memleketi düze çıkar gibi bir görev vermiyoruz ki! Onun mümkün olmadığını peşinen ilan ettiğimizden, bir ahbaba, eşe dosta, tanıdığa, doktorumuza, avukatımıza, bize kredi vermiş olan banka müdürümüze, iskânda bir malı çapullamamıza yardım etmiş memura v.s. “aldığımız hizmet”in karşılığı olarak, mükâfat diye oy veriyoruz! O da zaten, bir şey yapmak için aday değil! Maaşının artması, emekli ikramiyesinin yükselmesi, bilmem ne öpe öpe oturduğu koltuktan yukarı terfii etme olasılığı olmadığından, memuriyetinin bir basamak daha yukarı çıkması için, atılıyor ortaya… Kimse de “neden çıktın?” demediğinden, zaten borcunu da peşin ödemiş, orada işte itibar falan edinip, durumu idare ediyor! Böyle böyle itibarsızlaşıyor da… Peki de biz lâfı neden acemilikten açtık? Mevcut zihniyetle, bütün politika erbabını itibarsızlaştıra itibarsızlaştıra, iş geldi hiç bu işe bulaşmamışları kıymete bindirdi. Dedik ya bir diğer içgüdümüz de yanlışı, daha büyük yanlışla düzeltmeye çalışmaktır! E bunlar da kelimenin hem iyi hem de kötü anlamı ile işin mantığından habersiz, kendi ayağını kurşunlayan hevesliler! Kendi iplerini, kendi kendilerine çekiveriyorlar… Daha seçim davulu çalmadı… Şimdi peşrev yapılıyor, hem de zurnayla… Çünkü siyaset mektepte öğrenilmiyor! Siyasetin okulu, partilerdir! Ama nasıl parti? Halkın doğru şeyler istediği parti… Yanlış beklentilerle hepsini cebellezi ettik… Ama asıl davul çalsın, o zaman göreceksiniz siz gümbürtüyü… Daha bir yığın hevesliyi sersefil edip, bir kenara atarak, bekleyeceğiz ki “biz, bizi yönetelim”! Önce sen inanmalısın arkadaş kendi kendini yönetmeye… Sonra da yönetebilecek temsilciler seçmelisin ki konuşmaya yüzün olsun…